Hamid Tarhan
Sevgisiz Aşk
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seve ... Tamamını göster
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seve ... Tamamını göster
Sevgisiz Aşk
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seveceği şeyleri cömertçe sunmuş ama kimi zaman tüm bu güzellikleri ondan geri alarak, önem verdiklerinin ne kadar da değersiz ve geçici olabileceğini göstermeye çalışmıştı. Bu hayatın kırılma noktasının, nişanlandığı kadından, "o evleniyormuş, ben artık karalar giyeceğim" dediğini işittiği Fatma Hanım'la evlenebilmek için ayrılarak, kendisine adeta tapınan bu küçük ve güzel kadınla izdivacını gerçekleştirmeye karar verdiği an olduğunu düşünüyorum bazen.
Hâmid, kadınları sevmişti... Dört defa evlenmiş ve bu evlilikler boyunca başka kadınlarla da beraber olmuş, çeşitli görevler nedeniyle bulunduğu garbın geniş hayatına her konuda olduğu gibi kadınlar konusunda da müthiş bir uyum göstermiş ancak bu uyum, eşlerini aldattığında duyduğu vicdan azabına engel olamamıştı.
Hâmid, edebiyatı da sevmişti... Ama bu sevgisi de sadakatsizliklerle doluydu... Edebiyat kariyerini de, hangisini seveceğine karar veremeyerek hepsini birden sevdiği kadınlara benzetiyorum ister istemez; yazdıklarında hem Şark'ı hem Garb'ı bulabiliyorum çünkü; o, seçeneklerin hiçbirinden vazgeçemediği her alanda yaptığı gibi eserlerinde de, hepsini aynı anda idare etmeyi seçmişti.
Edebiyat cemiyetinin önemli bir çoğunluğu, ona, "Şair-i Azam" derken, Nazım Hikmet gibi kimileri de "edebiyatın yıkılması gereken putlarından biri" olarak bakmıştı. Hayatı dilden dile anlatılan tuhaf olaylarla dolu; örneğin, Samipaşazade Sezai Bey'in evinde konuk olduğu bir akşam, sıcaktan bunalınca camı açmak yerine, elindeki bastonuyla camı kırdığı ve kendisine şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bakan insanlara "bunun da pekâlâ yeni bir fikir olduğunu" söylediği yazıyor bir yerde...
Ya da iki yıl süren uzun bir görevden azlin ardından Berlin'deki yeni görevine atandığında, bindiği gemide dikkatini çeken Alman kızına bakarak, o an kararını verdiği, "Ben bu kadar büyük ayakları olan kadınları yetiştiren bir memlekette yaşayamam" diyerek, Odesa'ya kadar gittiği halde geri döndüğü, hatta Berlin'e gitmemek için, İstanbul'a, "Hâmid Bey çıldırdı" diye bir telgraf bile çektiğinden bahsediliyor.
Bir ülkede büyükelçilik görevini ifa ederken, içkiyi fazla kaçırıp kendisine yakışmayan davranışlarda bulunduğunu gören biri, bir diplomatın, bir şairin bu hareketlerini eleştirdiğinde, adama dönüp bu saydıklarından hiçbiri olmadığını söylediği ve adam merakla "o halde nesiniz efendim?" dediğinde, kahkahalarla "sadece sarhoşum" demesi anlatılıyor.
İçinde bulunduğu şartların dışında yaşamakta hiçbir beis görmeyen bu çılgın adamdan hoşlanmaya başladığımı hissederken, bir başka anekdot parçalıyor düşüncelerimi... Eşinin ölümünün ardından, kendisine taziye ziyaretine giden Samipaşazade Sezai Bey anlatıyor bunu; ikinci eşinin de aynı nedenle vefatının ardından ne kadar üzgün olduğunu tahmin ettiği arkadaşını, nasıl teselli edebileceğini düşünerek Hâmid'in evine yaklaştığında, yolun karşı tarafında Hâmid'i gördüğünü, koluna genç, uzun boylu zenci bir kadını takan Hâmid'le karşı karşıya geldiklerinde, onu çok üzgün ve yasta göreceğini sandığını söylemesi üzerine, Hâmid'in fıkra gibi cevabıyla hayal kırıklığına uğruyorum:
"Sezai'ciğim, biliyorsun ki üzüntüm çok büyük, matemde olduğumu herkese göstermek için bu zenci kızı buldum" demişti çünkü gülümseyerek...
Fatma Hanım'la evlenebilmek için nişanlısından ayrılan Hâmid'in, ömrünün sonuna kadar ölümüne inanamayarak her kadında aradığı o kadının, ilk büyük aşkının görmeyen gözleri bakıyor cümlelerin arasından ve tıpkı anlatıldığı şekilde, karısının ölümünün ardından kırk gün bir yer altı odasında yaşayan Hâmid duruyor karşımda işte; duruyor ve bu ölümün kırkıncı gününde belki, boşluğa bakarak, karısına adadığı Makber'in son mısralarını yazmaya çalışıyor; bir yandan isyan ettiği Tanrı'ya bir yandan da yalvarıyor, Fatma'sına sesleniyor birden: Çık Fatıma! lahteden kıyam et / Yanımdaki hâline devam et. Bir başka dizede, ölüme karşı hepimizin takındığı tavrı görüyorum sonra: Sür'atle nasıl da değişti hâlim / Almaz bunu havsalam, hayalim.
Hâmid, bundan sonra her zaman karısını kaybetmiş bir adamın burukluğunu taşımış, duyduğu acıyı her fırsatta hatırlamaktan ve bu sayede çoğaltmaktan vazgeçmemişti. Bir taraftan da, her şeyi, hatta, Zaman çok kısaydı bizim için / Yetmedi gözlerimizden yaşı silecek kadar / Ne de elveda diyebilecek kadar... dediği Fatma Hanım'ı bile unutmaya çalışan ve unutmak için kadınları kullanan diğer yanı, kadınların eksik olmadıkları bir hayat yaratmıştı ona... Gittiği her ülkede sevgilileri olmuş, istikbal vadeden bu Türk diplomatı, bir gün olsun yalnız kalmamıştı. Yalnız kalırsa çıldıracağı hissiyle, mesleğine dair tüm hayal kırıklığını, edebiyat dünyasında uğradığı ve cevaplarını bir türlü zamanında yayımlatamadığı hakaretlerin tesellisin, kadınlarda ararken, başarılarını da en çok onlarla kutlamıştı.
Derler ki, Londra'da, Tilbury Oteli'nin yemek salonunda tanıştığı ve kendisinden on sekiz yaş küçük olan Nelly Claver'ı çok sevmesinin ve onunla evlenmesinin nedeni, onun ilk eşi Fatma Hanım'a çok benzemesidir. Nelly ile evlendiğini okurken, bir süreliğine Tanrı'yla daha barışık yaşayan, edebiyat ve diplomasi alanlarında ilerlemeye odaklanan bir Hâmid gülümsemeye başlıyor bana, artık bahtının değiştiğini ve mutlu bir izdivacı sürdürebileceğini düşünüyor belli ki. Kitaptaki zaman aslından çok daha hızlı akar. Hâmid, birkaç dakika içinde ikinci karısını da, tıpkı ilk karısı gibi, veremden kaybeden acılı adam oluverir.
Etrafındakiler, bu dönemde yaşadığı eğlenceli hayata bakarak onu mutlu biri olarak anlatsalar da, benim gördüğüm Hâmid, mutsuzdur. İstediği istikrarlı, herkesçe kabul edildiği hayata kavuşamamıştır. İnsanlara belli etmemeye çalışsa da, her zaman hissettiği o yalnızlık korkusuyla boğuştuğu geceler başlamıştır artık ve kendi içindeki bu gizli kıyametten kaçmak için içkiye, gece hayatına ve elbette kadınlara saklanıyordur. Düzenli, mutlu ve aynı kadının sevgisiyle kuşatıldığı günlerin özlemiyle, abisinin tavsiyesine uyarak Cemile adlı bir hanımla yaptığı ve sadece yirmi gün süren bir evlilik bu fikrimi doğruluyor gibi... Ama aramaktan yorulmayan Hâmid, Cemile Hanım'la anlaşamayacaklarını anlayınca, yine bekâr bir adam olarak Londra'ya, görevinin başına dönüyor işte.
Varlığını inkâr ederek kendine özgü bir biçimde taşıdığı hüznüyle Londra'ya yolladığım Hâmid, birkaç sayfa sonra, görevine son verildiğinde, Belçikalı olan ve nasıl tanıştığı pek bilinmeyen, 'âhir-i ömrümün baharı' dediği yeni eşi Lüsiyen Hanım'la beraber, geri döndüğü vatanında, artık huzur içinde yaşıyor, beraber olmaktan büyük keyif aldığı genç eşiyle günlük olayları tartışıyor ve hayatının düzeldiğine dair inancını kimbilir kaçıncı defa yeni baştan inşa ederek beni yine şaşırtıyor.
Bunun ardından talihi düzelir gibi olmuştur gerçekten de... Kendisine, üstün hizmetleri nedeniyle maaş bağlanmış ve Maçka Palas'ta bir daire verilerek daha rahat şekilde yaşaması sağlanmıştır.
Altmış sekiz yaşındayken, henüz yirmi altı yaşında olan Lüsiyen ile aralarındaki karı koca ilişkisinin bitmiş olduğunu gören Hâmid, büyük bir üzüntüyle genç karısından boşanıp, onu kendi elleriyle De Soranzo isimli bir dükle evlendirdiğinde bu adamdaki sevme yeteneğine hayranlık duymaya başlıyorum ve onunla ilgili hayal kırıklıklarım bir anda siliniyorlar hafızamdan. "İşte" diyorum çünkü, "işte bunu gerçekten seven biri yapar".
Rivayet odur ki Lüsiyen'den bir türlü kopamayan Hâmid, bir süre onlarla beraber aynı evde yaşamıştır. Genç kadın, yeni eşiyle birlikte Venedik'e yerleştiğinde de mektuplaşmaya devam etmişler ve ayrılıklarının üzerinden geçen yedi yılın ardından Lüsiyen, Hâmid'e geri dönmüştür.
Edebiyat dünyamızın, henüz yaşarken 'Şair-i Azam' adıyla anılan, bazen ağır Osmanlıca ve Farsça kelimeler kullanarak bazen de tamamen Batı'ya has kelimelerle süslediği eserleriyle kişiliğindeki ikiliği, yazdıklarına da yansıtan çılgın dâhisi, bir yanıyla hiç büyümeyen sevgi arsızı, şımarık çocuğu, sevgiliden çok sevgiyi kucaklamış uslanmaz âşığıdır Abdülhak Hâmid...
Vatanındayken dışarıdaki hayatı, dışarıdayken vatanını özleyen ve belki de bu nedenle vatansızlığı en derin biçimde yaşamış olan Abdülhak Hâmid Tarhan, şimdi önünden geçerken, kapısının kemerinde yazan "her nefs bir gün ölümü tadacaktır" yazısıyla ürperdiğimiz Zincirlikuyu Mezarlığı'nın ilk ebedî konuğu olarak, daha önce geçirdiği gribin kötü bir şekilde nüksetmesiyle, kısa bir hastalık döneminin ardından Maçka Palas'taki evinde vefat etmiştir.
Onun mezarının başındayken, adının önüne eklenen "Şair-i Azam" sıfatının yaşarken ağırlığı, öldüğündeyse kıvancını taşıyan ve belki de ilk kez kendini dahil hissedebildiği bir yerde bulunmanın sevinci içinde olan bir Hâmid'i düşünmek istiyorum... Ama akşam vakti, benim hiç duyamadığım bir saatten gelen tok sesli bir çağrıya uyar gibi, birdenbire koşturmaya başlayan insanların sesleri giderek uzaklaştıkça; Hâmid'in, nefret ettiği bir geceye daha başladığını biliyorum, kadınsız, kalemsiz ve yalnız...
K Dergisi Sayı: 3, 20 Ekim 2006 ... Daha az göster
Başkalarına anlatamadığımız, anlatırsak gerçekleşeceği korkusuyla sustuğumuz, sakladığımız ve hiçbir zaman başımıza gelmeyeceğini umarak, zihnimizin ellerinin uzanamayacağı kadar derinlere ittiğimiz ölümün, ölümlerin, hem de olabilecek en acı biçimde sevdiklerinin başına gelmesiyle sakatlanmış bir şair o.
Ölümle olan bu hastalıklı ilişkisi, hiç azalmayan ve tuhaf bir biçimde yaşadığı her acıyı içine hapsedebilmesine zemin hazırlayan o kendine has hovardalıkla yaşamasını sağlamış ve en acılı zamanlarında bile bir kadının şefkatli ya da şehvetli kolları arasında kötü hatıralarını unutmayı başarmasına neden olmuştu.
Bunca acı ve ölümün yanında yaşanan sefaletin ve bunlara nazire edercesine arada bir uğrayan debdebenin bir insanı nasıl başkalaştırabileceğini, varlığa da yokluğa da ne kadar duyarsız kılabileceğini görüyorum onun hayatını kurcaladıkça...
Tanrı, elde edebileceği her şeyi 'bir varken bir yok etmiş', ona seveceği şeyleri cömertçe sunmuş ama kimi zaman tüm bu güzellikleri ondan geri alarak, önem verdiklerinin ne kadar da değersiz ve geçici olabileceğini göstermeye çalışmıştı. Bu hayatın kırılma noktasının, nişanlandığı kadından, "o evleniyormuş, ben artık karalar giyeceğim" dediğini işittiği Fatma Hanım'la evlenebilmek için ayrılarak, kendisine adeta tapınan bu küçük ve güzel kadınla izdivacını gerçekleştirmeye karar verdiği an olduğunu düşünüyorum bazen.
Hâmid, kadınları sevmişti... Dört defa evlenmiş ve bu evlilikler boyunca başka kadınlarla da beraber olmuş, çeşitli görevler nedeniyle bulunduğu garbın geniş hayatına her konuda olduğu gibi kadınlar konusunda da müthiş bir uyum göstermiş ancak bu uyum, eşlerini aldattığında duyduğu vicdan azabına engel olamamıştı.
Hâmid, edebiyatı da sevmişti... Ama bu sevgisi de sadakatsizliklerle doluydu... Edebiyat kariyerini de, hangisini seveceğine karar veremeyerek hepsini birden sevdiği kadınlara benzetiyorum ister istemez; yazdıklarında hem Şark'ı hem Garb'ı bulabiliyorum çünkü; o, seçeneklerin hiçbirinden vazgeçemediği her alanda yaptığı gibi eserlerinde de, hepsini aynı anda idare etmeyi seçmişti.
Edebiyat cemiyetinin önemli bir çoğunluğu, ona, "Şair-i Azam" derken, Nazım Hikmet gibi kimileri de "edebiyatın yıkılması gereken putlarından biri" olarak bakmıştı. Hayatı dilden dile anlatılan tuhaf olaylarla dolu; örneğin, Samipaşazade Sezai Bey'in evinde konuk olduğu bir akşam, sıcaktan bunalınca camı açmak yerine, elindeki bastonuyla camı kırdığı ve kendisine şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bakan insanlara "bunun da pekâlâ yeni bir fikir olduğunu" söylediği yazıyor bir yerde...
Ya da iki yıl süren uzun bir görevden azlin ardından Berlin'deki yeni görevine atandığında, bindiği gemide dikkatini çeken Alman kızına bakarak, o an kararını verdiği, "Ben bu kadar büyük ayakları olan kadınları yetiştiren bir memlekette yaşayamam" diyerek, Odesa'ya kadar gittiği halde geri döndüğü, hatta Berlin'e gitmemek için, İstanbul'a, "Hâmid Bey çıldırdı" diye bir telgraf bile çektiğinden bahsediliyor.
Bir ülkede büyükelçilik görevini ifa ederken, içkiyi fazla kaçırıp kendisine yakışmayan davranışlarda bulunduğunu gören biri, bir diplomatın, bir şairin bu hareketlerini eleştirdiğinde, adama dönüp bu saydıklarından hiçbiri olmadığını söylediği ve adam merakla "o halde nesiniz efendim?" dediğinde, kahkahalarla "sadece sarhoşum" demesi anlatılıyor.
İçinde bulunduğu şartların dışında yaşamakta hiçbir beis görmeyen bu çılgın adamdan hoşlanmaya başladığımı hissederken, bir başka anekdot parçalıyor düşüncelerimi... Eşinin ölümünün ardından, kendisine taziye ziyaretine giden Samipaşazade Sezai Bey anlatıyor bunu; ikinci eşinin de aynı nedenle vefatının ardından ne kadar üzgün olduğunu tahmin ettiği arkadaşını, nasıl teselli edebileceğini düşünerek Hâmid'in evine yaklaştığında, yolun karşı tarafında Hâmid'i gördüğünü, koluna genç, uzun boylu zenci bir kadını takan Hâmid'le karşı karşıya geldiklerinde, onu çok üzgün ve yasta göreceğini sandığını söylemesi üzerine, Hâmid'in fıkra gibi cevabıyla hayal kırıklığına uğruyorum:
"Sezai'ciğim, biliyorsun ki üzüntüm çok büyük, matemde olduğumu herkese göstermek için bu zenci kızı buldum" demişti çünkü gülümseyerek...
Fatma Hanım'la evlenebilmek için nişanlısından ayrılan Hâmid'in, ömrünün sonuna kadar ölümüne inanamayarak her kadında aradığı o kadının, ilk büyük aşkının görmeyen gözleri bakıyor cümlelerin arasından ve tıpkı anlatıldığı şekilde, karısının ölümünün ardından kırk gün bir yer altı odasında yaşayan Hâmid duruyor karşımda işte; duruyor ve bu ölümün kırkıncı gününde belki, boşluğa bakarak, karısına adadığı Makber'in son mısralarını yazmaya çalışıyor; bir yandan isyan ettiği Tanrı'ya bir yandan da yalvarıyor, Fatma'sına sesleniyor birden: Çık Fatıma! lahteden kıyam et / Yanımdaki hâline devam et. Bir başka dizede, ölüme karşı hepimizin takındığı tavrı görüyorum sonra: Sür'atle nasıl da değişti hâlim / Almaz bunu havsalam, hayalim.
Hâmid, bundan sonra her zaman karısını kaybetmiş bir adamın burukluğunu taşımış, duyduğu acıyı her fırsatta hatırlamaktan ve bu sayede çoğaltmaktan vazgeçmemişti. Bir taraftan da, her şeyi, hatta, Zaman çok kısaydı bizim için / Yetmedi gözlerimizden yaşı silecek kadar / Ne de elveda diyebilecek kadar... dediği Fatma Hanım'ı bile unutmaya çalışan ve unutmak için kadınları kullanan diğer yanı, kadınların eksik olmadıkları bir hayat yaratmıştı ona... Gittiği her ülkede sevgilileri olmuş, istikbal vadeden bu Türk diplomatı, bir gün olsun yalnız kalmamıştı. Yalnız kalırsa çıldıracağı hissiyle, mesleğine dair tüm hayal kırıklığını, edebiyat dünyasında uğradığı ve cevaplarını bir türlü zamanında yayımlatamadığı hakaretlerin tesellisin, kadınlarda ararken, başarılarını da en çok onlarla kutlamıştı.
Derler ki, Londra'da, Tilbury Oteli'nin yemek salonunda tanıştığı ve kendisinden on sekiz yaş küçük olan Nelly Claver'ı çok sevmesinin ve onunla evlenmesinin nedeni, onun ilk eşi Fatma Hanım'a çok benzemesidir. Nelly ile evlendiğini okurken, bir süreliğine Tanrı'yla daha barışık yaşayan, edebiyat ve diplomasi alanlarında ilerlemeye odaklanan bir Hâmid gülümsemeye başlıyor bana, artık bahtının değiştiğini ve mutlu bir izdivacı sürdürebileceğini düşünüyor belli ki. Kitaptaki zaman aslından çok daha hızlı akar. Hâmid, birkaç dakika içinde ikinci karısını da, tıpkı ilk karısı gibi, veremden kaybeden acılı adam oluverir.
Etrafındakiler, bu dönemde yaşadığı eğlenceli hayata bakarak onu mutlu biri olarak anlatsalar da, benim gördüğüm Hâmid, mutsuzdur. İstediği istikrarlı, herkesçe kabul edildiği hayata kavuşamamıştır. İnsanlara belli etmemeye çalışsa da, her zaman hissettiği o yalnızlık korkusuyla boğuştuğu geceler başlamıştır artık ve kendi içindeki bu gizli kıyametten kaçmak için içkiye, gece hayatına ve elbette kadınlara saklanıyordur. Düzenli, mutlu ve aynı kadının sevgisiyle kuşatıldığı günlerin özlemiyle, abisinin tavsiyesine uyarak Cemile adlı bir hanımla yaptığı ve sadece yirmi gün süren bir evlilik bu fikrimi doğruluyor gibi... Ama aramaktan yorulmayan Hâmid, Cemile Hanım'la anlaşamayacaklarını anlayınca, yine bekâr bir adam olarak Londra'ya, görevinin başına dönüyor işte.
Varlığını inkâr ederek kendine özgü bir biçimde taşıdığı hüznüyle Londra'ya yolladığım Hâmid, birkaç sayfa sonra, görevine son verildiğinde, Belçikalı olan ve nasıl tanıştığı pek bilinmeyen, 'âhir-i ömrümün baharı' dediği yeni eşi Lüsiyen Hanım'la beraber, geri döndüğü vatanında, artık huzur içinde yaşıyor, beraber olmaktan büyük keyif aldığı genç eşiyle günlük olayları tartışıyor ve hayatının düzeldiğine dair inancını kimbilir kaçıncı defa yeni baştan inşa ederek beni yine şaşırtıyor.
Bunun ardından talihi düzelir gibi olmuştur gerçekten de... Kendisine, üstün hizmetleri nedeniyle maaş bağlanmış ve Maçka Palas'ta bir daire verilerek daha rahat şekilde yaşaması sağlanmıştır.
Altmış sekiz yaşındayken, henüz yirmi altı yaşında olan Lüsiyen ile aralarındaki karı koca ilişkisinin bitmiş olduğunu gören Hâmid, büyük bir üzüntüyle genç karısından boşanıp, onu kendi elleriyle De Soranzo isimli bir dükle evlendirdiğinde bu adamdaki sevme yeteneğine hayranlık duymaya başlıyorum ve onunla ilgili hayal kırıklıklarım bir anda siliniyorlar hafızamdan. "İşte" diyorum çünkü, "işte bunu gerçekten seven biri yapar".
Rivayet odur ki Lüsiyen'den bir türlü kopamayan Hâmid, bir süre onlarla beraber aynı evde yaşamıştır. Genç kadın, yeni eşiyle birlikte Venedik'e yerleştiğinde de mektuplaşmaya devam etmişler ve ayrılıklarının üzerinden geçen yedi yılın ardından Lüsiyen, Hâmid'e geri dönmüştür.
Edebiyat dünyamızın, henüz yaşarken 'Şair-i Azam' adıyla anılan, bazen ağır Osmanlıca ve Farsça kelimeler kullanarak bazen de tamamen Batı'ya has kelimelerle süslediği eserleriyle kişiliğindeki ikiliği, yazdıklarına da yansıtan çılgın dâhisi, bir yanıyla hiç büyümeyen sevgi arsızı, şımarık çocuğu, sevgiliden çok sevgiyi kucaklamış uslanmaz âşığıdır Abdülhak Hâmid...
Vatanındayken dışarıdaki hayatı, dışarıdayken vatanını özleyen ve belki de bu nedenle vatansızlığı en derin biçimde yaşamış olan Abdülhak Hâmid Tarhan, şimdi önünden geçerken, kapısının kemerinde yazan "her nefs bir gün ölümü tadacaktır" yazısıyla ürperdiğimiz Zincirlikuyu Mezarlığı'nın ilk ebedî konuğu olarak, daha önce geçirdiği gribin kötü bir şekilde nüksetmesiyle, kısa bir hastalık döneminin ardından Maçka Palas'taki evinde vefat etmiştir.
Onun mezarının başındayken, adının önüne eklenen "Şair-i Azam" sıfatının yaşarken ağırlığı, öldüğündeyse kıvancını taşıyan ve belki de ilk kez kendini dahil hissedebildiği bir yerde bulunmanın sevinci içinde olan bir Hâmid'i düşünmek istiyorum... Ama akşam vakti, benim hiç duyamadığım bir saatten gelen tok sesli bir çağrıya uyar gibi, birdenbire koşturmaya başlayan insanların sesleri giderek uzaklaştıkça; Hâmid'in, nefret ettiği bir geceye daha başladığını biliyorum, kadınsız, kalemsiz ve yalnız...
K Dergisi Sayı: 3, 20 Ekim 2006 ... Daha az göster
Filtreler